22 Kasım 2014 Cumartesi

Mario Levi ile söyleşi - 22 Kasım 2014

Yazarlığının otuzuncu yılında Mario Levi ile

‘Hatırla… Şimdi… Neredesin?’

Mario Levi’yle yazarlığının 30.  yılı dolayısıyla buluştuk. O da bu yuvarlak sayıyı bahane ediyor; kutlama yapmak ve geçen zamanda neler olup bittiğini sorgulamak için...

30 yıla, 10 kitap sığdırdı. “İstanbul Bir Masaldı” en bilinen eseri. “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” ise özyaşamına en yakın romanı.
Bu romanın hemen başlarında “Hatırla... Şimdi... Neredesin?” kelimeleri dikkati çeker. Bir ömrün şifresi gibidir: Geçmiş, şimdi ve merak edilen gelecek. Bu üç kelime, bizim sohbetimizin de seyrini belirledi.
Levi’nin dünü ile yarını arasında, onun bilindik dost yakınlığıyla dolaştık. Söz Levi’de olunca, İstanbul da sohbette yerini aldı.

Okura dokunmak...
Usta yazar, yıllarını roman ve öykü ödülleriyle taçlandırdı. Eserleri 23 dile çevrildi. Yazdıklarıyla okurlara dokunmanın ise ödüller kadar kıymetli olduğunu düşünüyor. İsviçre’ten ona ulaşan bir kadının söyledikleri,  yazarlığının armağanlarından biri:
Geçen yıl üniversitede odamdaydım, telefonum çaldı, son derece nazik bir kadın merhaba diyor, Türkçe konuşuyor. Dedi ki: ‘Sizi Cenevre’de göl kıyısında bir ruh ve sinir hastalıkları kliniğinden arıyorum, uzun süredir burada tedavi görüyorum ve şu anda kucağımda sizin ‘İstanbul Bir Masaldı’ romanınız var. Bir süredir onu okuyorum ve romanınız bana çok iyi geldi.’Bu yaşadığım olay bana bir edebiyat ödülü kadar değerli geldi. Bir insana dokunmak...”
Hatırına gelen kötü anıları da var tabii. Bunlardan biri, yine “İstanbul Bir Masaldı” romanı ve onun baş karakteri Mösyö Jak’ta yaşayan dedesiyle ilgili. Dedesine ithaf ettiği romanının, ondan izler taşıdığını hiçbir zaman kendisine söyleyememiş:
1997 yılında,ilk eşimden çok üzülerek de olsa ayrıldım ve dedemin Göztepe’deki evine yaşamaya gittim. Anneannem ölmüştü, dedem yalnız yaşıyordu. Onun anlattığı birçok hikâye gereken değişimlere uğrayarak romandaki yerini almıştı. Roman bitmeye yakınken dedem vefat etti ve kendisi öldükten 3-4 ay sonra kitap yayımlandı. Hiçbir zaman hayatının bu romanda izler taşıdığını bilemedi.”

Tam zamanlı yazar olmak...
Levi bu romanı 1992-99 arasında, 7 yılda yazmış. Gündüzleri bir reklam ajansında mesai doldurup, akşam 9’da uyuyup, gece 2’de kalkıp sabah 6’ya kadar çalışarak.
Zaten, hayatımın hiçbir döneminde tam zamanlı yazar olamadım” diye anlatıyor. Geçen yıllara tek sitemi de bu: Kitap satışlarının onu tam zamanlı bir yazar yapmaya yetmemesi...
Çalışma hayatında nefret ettiğim işler de yaptım, hatta şöyle söyleyeyim üniversitede hocalık haricinde hiçbir işimi sevmedim. Ama ne yaptıysam ayakta kalmak için yaptım” diyor Mario Levi:
Çünkü çok orta halli bir ailem vardı, onlardan da bir gelirim olmadı. Haliyle hep çalışmak zorunda kaldım. Bunları da istediklerimi yazmak için yaptım ve bugüne kadar hep istediklerimi yazdım.

Eleştiri, hakaret, tehdit...
Mario Levi, gerçekten de hep istediklerini yazdı. Tüm romanlarıyla bize özlediğimiz bir İstanbul’u ve kenti zengin kılan kültürünü yansıttı. “Aslında zor bir şeyi başardım” diye anlatıyor:
Adımı değiştirmeden ortaya çıktım, adımı değiştirmeden kabul edildim, çoğunlukla kültürüme dair konuları anlattım ve bunların hepsi bu ülkede kabul gördü. Bugün eğer yazar olduysam, birileri yazdıklarımı okuduğu içindir. Dolayısıyla bunların kıymetini bilmiyor değilim.”
Sohbetin seyri geleceğe vardığında ise kaygı duyduğunu gizlemiyor. Yaşanan son “boykot” gerilimi, karşı karşıya kaldığı ayrımcı tavrın örneklerinden sadece biri.
Edebiyata sığınışım, Türkçeyi mümkün olduğu kadar iyi kullanmak için elimden geleni yapışım, yaşadığım toprakların hafızasına kendi bakış açımdan sahip çıkmak isteyişim ve haliyle bütün bu değerlere sığınışım beni kaygılardan ne kadar kurtaracak bilmiyorum. Sırf adından dolayı, seni tanımayan birtakım insanların eleştirilerine, eleştirilerin de ötesinde hakaretlerine, hakaretlerin de ötesinde tehditlerine maruz kalabiliyorsun” diyor.
Ardından, “sakın şimdi söyleyeceğimi bir başlık cümlesi yapma diyerek ekliyor:
Günün birinde bu ülkeyi terk edebilirim. Herkes gibi benim de kırmızı çizgilerim var. Hayatım önemli değil, yazmamın engellendiğini görürsem giderim. Çünkü benim için asıl önemli olan yazı ülkemdir. Onu kurtarmak için giderim. Öte yandan, çevremdeki sevgi aylasını görünce, böyle bir şeye ihtimal bile vermiyorum, bu ülkede bu olmaz diyorum.”


***
MARİO LEVİ, YAZMAKTA OLDUĞU YENİ ROMANINI ANLATTI

‘İlginç bir aşk hikâyesi’

30’larında, başından bir evlilik geçmiş ya da geçtiğini söyleyen, dergide editörlük yapan bir kadın var... Ama zamanla sadece editörlüğünün doğru olduğu anlaşılacak.
Bir de 78 kuşağından bir adam var. Dönemin sol hareketlerine sempati duymuş, hatta en yakın arkadaşı, bir örgütün ileri gelenlerinden olmuş, daha sonra öldürülmüş. Bu adamsa iktisat okuyor, okulu bitirirken de sınıf arkadaşıyla hayatını birleştiriyor. Ekonomik açıdan her ikisi de çok başarılı oluyor.
Eşi büyük bir bankanın, büyük bir şubesinin müdüresi, adam gömlek fabrikatörü... Sonra bir gün, 24 yıllık bir evlilikten sonra kadın adamı terk ediyor. Bir mektup yazıyor ve “sevgilim var, artık yeni bir hayat yaşamak istiyorum” diyor.
Adam yıkılmıyor. Ayrılığı kabul ediyor ve her şeyini satıyor. Avukatı aracılığıyla eşiyle her şeyini paylaşıyor.
İşini bırakıp özel üniversitede, sosyal bilimler fakültesi dekanı olan arkadaşının vasıtasıyla ders vermeye başlıyor. Bir kitap yazmak istiyor, 80 yıl sonrasının İstanbul’unda geçen bir bilimkurgu...
Sonra, ben bu romanı nasıl daha iyi yazarım diye düşünürken, Çiftehavuzlar’daki son derece şık, büyük dairesini bırakıp,“Şişli’de, Osmanbey ya da belki Pangaltı’da bir daireye yerleşeyim, çocukluk mahalleme döneyim, orada belki kitabımı yazarım” diye düşünüp internetten emlak ilanlarına bakıyor...
“Şişli’de, bekâra, randevu almadan gelmeyiniz” yazılı bir ilan ilgisini çekiyor. İlandaki numarayı arıyor ve karşısına tuhaf konuşan, konuşmalarının arasına aralıklar koyan bir kadın çıkıyor..
Adam evin Perihan Sokak’ta olduğunu öğreniyor ki Perihan Sokak, Şişli’de çocukluğunu geçirdiği yer. Hemen gidiyor, kadını buluyor ve tanıştıklarında, kadının tuhaflığı adamı etkiliyor.
Daha sonra evin satışı konusunda anlaşıyorlar, kadın teşekkür edip, bir daha görüşmeyeceklerini, tapu işlemlerinin avukatı aracılığıyla yapılacağını söylüyor. Fakat olaylar öyle gelişmiyor... Ondan sonra da çok ilginç bir kadın çıkıyor ortaya, ve çok ilginç bir aşk...



Yayıncılardan Milli Eğitim Bakanlığı'na - 13 Kasım 2014

Yayıncılardan Milli Eğitim Bakanlığı'na:  ‘Edebiyat’ yapma...

Öğrencilere dağıtılan ders kitaplarını yayımlayan Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), ders kitapları dışında, çocuk ve ilk gençlik yayıncılığına başlamak için attığı adımlar, meslek örgütlerinde ve yayıncılarda kaygı uyandırıyor. Bakanlığın adımlarının, “yeni toplum inşasına” ve kültür alanında iktidarın fikirlerini hâkim kılmaya hizmet edeceği yorumu yapılırken, yayıncılar, 3 Ekim’de yürürlüğe giren MEB’in yayın yönetmeliğinin, aynı zamanda “ciddi bir sansür hazırlığı” olduğunu düşünüyor. Çünkü bu yönetmelik, 2003’te kaldırılan Talim ve Terbiye Kurulu denetimini, ağırlaştırılmış olarak geri getiriyor.
MEB, rakipsiz olacak
Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı ve gazetemiz yazarı Metin Celal, dünkü köşe yazısında, yönetmelikle, ilk ve orta öğretim kurumlarında ders kitapları dışında okutulacak kitaplara tekrar bakanlık denetimi getirildiğini, aynı zamanda MEB’in yayıncıların rekabet edilemez bir rakibi haline geldiğini aktardı. Metin Celal “Sürekli büyüyen ve gelişen bir sektörü, kültürün ana damarını desteklemek yerine engellemeye çalışmanın anlamı nedir?” diye sordu. Ayrıca, hiçbir ülkede devletin bu alanda yayıncılık yapmadığını belirtti.

Edebiyata devlet kontrolü
Can Çocuk’un yayın yönetmeni Samiye Öz de okullara giren kitapların zaten denetlendiğini hatırlatarak “Kitaplar ciddi bir incelemeden geçiyor. Üzerine daha ne koyacaklarını merak ediyorum” dedi.
Bakanlığın çok ciddi bir sansür hazırlığında olduğunu, bunu da bürokratik kalıplar arkasına soktuğu söyleyen Öz, “Ne derece düzgün insanların elinden geçecek bilmiyorum. Ama ümitli değilim” diyerek danışma ve yayın kurullarının yetkinliğini sorguladı.
Samiye Öz, “Çocuk edebiyatının devletin kontrolü altına alınması akıl alacak bir şey değil. Edebiyat, yayıncının da değil, ancak yazarın kontrolünde olmalı” görüşlerini aktardı.

Köstek değil, destek
Kırmızı Kedi Yayınları’nın yayın yönetmeni İlknur Özdemir, özel sektörün kitapların içeriğinin, dilinin gelişmesinde, birçok değerli yazarın çocuklar için üretmeye başlamasında öncü olduğunu, devletin bunu desteklemesi gerektiğini söyledi. Öte yandan, yayınevlerinin yüksek bütçeler, dağıtım sorunu, yüksek KDV oranlarıyla mücadele ettiğini belirten Özdemir, “MEB, yayınevlerinin kitaplarını, yazarlarını, ürettikleri özgün eserleri okullardan dışlamak yerine, özel yayıncıların altından kalkamayacağı projelere girebilir. Hatta bu yayınları okullara ücretsiz olarak dağıtabilir” önerisini getirdi.
Basın Yayın Birliği Başkanı Münir Üstün de devletin özel sektör ile işbirliği yapması gerektiğini altını çizerek, “MEB’in, yayıncılıkla ilgili politikalarını üretirken özel sektörün önünü açan, dünya sıralamasında daha yükseklere taşıyacak projeler üreten ve özel sektörle işbirliği yapan bir anlayışı geliştirmesini ümit etmekteyiz” dedi.

Edebiyat dayatılamaz
Günışığı Kitaplığı’nın yayın yönetmeni Mine Soysal’ın ise daha sert eleştirileri var. Soysal, yönetmelikte eserlerin Anayasa’ya ve MEB Yasası’na uygunluğuna göre değerlendirileceği maddesini “Edebiyat hiçbir kanuna uygun olamaz. Hiçbir bakanlık edebiyat eserlerini sorgulama, yargılama, değerlendirme vasfına sahip değildir. Edebiyatın siyasetle uzaktan yakından işi yoktur” sözleriyle eleştirdi.
Soysal, MEB’in “amaçlı yayın” yapmak kararında olduğunu vurgulayarak, “Avrupa Birliği taahhütlerinde, bakanlıkların yayın yapmaması genel ilkesi yıllar önce kabul edilmişken, bu konuya profesyonel anlamda eğilen bütün sistemlerin yaptığı çalışmaların üstü ‘bizi ilgilendirmez’ deyip örtülüyor ve ‘biz, kendi bildiğimizi yaparız, o da tek bir amaç uğruna’ mantığıyla ülke yeni bir sürece sokulmak isteniyor. Edebiyat zorunlu olamaz. Edebiyat dayatılamaz. Edebiyat ille de istenileni anlatamaz” görüşlerini aktardı.

******
YÖNETMELİĞİN DETAYLARI, KURULDAKİ KİŞİLER, BUGÜNE KADAR ATILAN ADIMLAR...

BAKANLIK TAM GAZ

Süreci başından özetlersek, MEB tarafından hazırlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim ve Kültür Yayınları Yönetmeliği” 3 Ekim’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yönetmelik uyarında bakanlık, “ders kitapları hariç, her türlü basılı yayın ile basılı olmayan bilim, sanat ve kültür eseri, CD, DVD, e-kitap ve benzer manyetik depolama ünitelerinin seçiminde ve incelenmesinde” tam yetkili olacak. Yine yönetmeliğe göre, bakanlık tüm bu görevleri yerine getirecek kurulları da kendi oluşturacak.
Metinde, 40 kişilik bir danışma kurulu ile en az beş kişiden oluşan yayın alt kurulundan söz ediliyor. Asıl yetki, alt kurulda bulunurken, bakanlık, atadığı kurul üyelerinin görevini “gerekli gördüğünde” sonlandırabilecek.

Kurulda kimler var?
Kimlerden oluştuğu açıklanmayan danışma kurulu, ilk toplantısını, Bakan Nabi Avcı’nın katılımıyla 24 Ekim’de İstanbul’da yaptı. Edindiğimiz bilgiye göre toplantıda, bakanlık bürokratları, akademisyenler ile aralarında İskender Pala, Haydar Ergülen, Beşir Ayvazoğlu, Sadık Yalsızuçanlar, Leyla İpekçi, Alaaddin Karaca’nın bulunduğu yazarlar-şairler yer aldı. Ancak büyük çoğunluk, danışma kurulunda da olduğu gibi, bakanlık yetkililerindeydi. Danışma kuruluna, yayıncılık alanından hiçbir meslek örgütü davet edilmedi.
Yaklaşık 6 saat süren toplantıda, bakanlığın yayın politikasına ilişkin görüş alışverişi yapıldı. Bu politika, yönetmelikte “Anayasa ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na uygunluk, milli kültürün geliştirilmesini ve yaygınlaştırılması sağlamak” ifadeleriyle anlatılıyor. Yönetmelikte, özellikle “milli kültüre” defalarca atıfta bulunularak vurgu yapılıyor.
Haydar Ergülen, toplantıda Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekaleti sırasında başlatılan Maarif Klasikleri’nin yayımlanmasının konuşulduğunu belirterek, gazetemize “Ben o yıllardaki ‘Tercüme’ dergisi benzeri bir derginin yeniden yayımını önerdim, bir de Necip Fazıl için yapılan anmanın Dağlarca, Orhan Veli, Oktay Rifat ve benzeri şairler için de okullarda yapılması gerektiğini belirttim, sonra da toplantıdan erken ayrıldığım için sonucunu bilmiyorum” açıklamasını yaptı.
Yönetmelikte, danışma kurulunun yılda bir kez toplanması öngörülüyor. Ancak bakanlığın bir an evvel çalışmalara başlama kararı nedeniyle, danışma kurulunun 2014 yılı bitmeden, yeniden toplanması kararlaştırıldı.

İlgililere sözde danışma
Bir başka toplantı ise 23 Ekim’de Beyoğlu Öğretmenevi’nde, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Muharrem Yıldız’ın ev sahipliğinde yapıldı. Toplantıya MEB Eğitim Araçları ve Yayımları Grup Başkanvekili Ercan Şen, meslek örgütü yöneticileri ve çocuk-ilk gençlik alanında üretim yapan yayıncılar katıldı. Toplantıda Ercan Şen yönetmelik hakkında yayıncılara bilgi verdi. Ne var ki yayıncıların yönetmeliğe ilişkin eleştirilerinin “Yönetmeliği ben yazdım” diyen Ercan Şen tarafından dinlenmediği ve ertesi gün yapılan Danışma Kurulu toplantısına yansımadığı öğrenildi.

"Korkma Kimse Yok" kitabı üzerine - 1 Kasım 2014

"Korkma Kimse Yok" adlı kitapta siyasi nedenlerle müebbete mahkûm 16 kişinin hikâyeleri var

Hücrede yalnızlığa isyan

Siyasi nedenlerle F tipi hapishanelerde, tek kişilik hücrelerde, müebbet hapse mahkûm edilmiş 16 kişinin yazdığı metinlerden oluşan “Korkma Kimse Yok” adlı kitap, 8 Kasım’da başlayacak Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda okurlarla buluşacak. Dışarda Deli Dalgalar inisiyatifinin kurucusu Sibel Öz ve yazar Ayşegül Tözeren’in yayına hazırladığı, NotaBene Yayınları’ndan çıkacak çalışma, hapis ile dışarısı arasında yıllar içinde kurulan köprünün sonucunda oluşmuş.
“Çöl, Taş, Zaman, Özlem, İnsan ve Sesler” başlıklarında toplanmış metinlerde mahkûmlar, hem hücredeki yaşamlarını anlatıyor, hem de “ölünceye kadar” içeride olmanın ne demek olduğunu dile getiriyorlar: Günün 23 saatini tek başına geçirmek, sadece 1 saatlik havalandırmada diğer hükümlülerle buluşmak, her durumda “Yasak!” diye önlerine dikilen erk, işkenceye dönüşen sessizlik ve her şeye rağmen hayaller, özlemler ve mücadele...
Ayşegül Tözeren de bu kitapta hapishane yazınlarında karşılaştığımız “koğuş hikâyelerinin” yerini “tek kişilik hücre hikayelerinin” aldığını anlatıyor:
“İzolasyon içinde oldukları, tecrit edildikleri için yaşamlarını sorgulama mecburiyeti duyuyorlar. Kendilerini, hareketlerini, dışarıyı sorguladıkları metinler. Betimlemelerle karşılaştığımız, ironik hikâyeler... Ama umut ve dayanışma hepsinde ön planda...”
Kırıkkale Hacılar F Tipi Hapishanesi’nde kalan Nizamettin Özoğlu’nun, kitapta “Sesler” bölümünde yer alan metninde, her türlü sessizliğe isyanı var. Yazdıkları, kitabın yaratılış amacını da açıklar gibi:
“Ölünceye kadar -müddetnamede böyle der- içeride sessizliğe mahkûm edilmiş insan, sesi kendi içinden dışına taşırabilen, içindeki kendini açığa vuran, yani hücrede gömülmüş sözü dışarıya çıkarabilen ve varlığıyla sessizliği yırtan kişidir. Özdemir Asaf’ın deyimiyle ‘Tatlar ağzımın içindedir/ Durmaz/ Sesler kulaklarımın derinliğindedir/ Uçamaz/ Kelimeler dilimin ucundadır/ Kalamaz’. O sesler de uçar, uçurulur. Hele o kelimeler hiç durmaz. Bağlasan dahi...
Dante’nin cehenneminin merkezi, yakıcı ateşler değil yalnızlıktır... Ama ıssız ve cehennem olan neresi? Hücre mi, dışarısı mı? Ya da ses olamayan, sesi çıkmayan, zorla hücreye kapatılan insan mı, dışarıdaki ‘özgür’ insan mı? Özgürlüğün sesi, soluğuyum diyen insan mı?”
Foto altı: Kitapta, içeriden Gezi Direnişi’nin nasıl duyulduğuyla ilgili metinler de var. F tipi hapishanede kalan kadınlar, havalandırmada buluştuklarında, direnişe bu yeşilliklerin yanında katıldılar.

Fotoğraf sanatçısı Murat Germen'le söyleşi - 23 Ekim 2014

Kentsel dönüşümü ve HES alanlarındaki yıkımı fotoğraflayan Murat Germen:

Kutsal ittifak...

Mimar, fotoğraf sanatçısı Murat Germen, yıllardır İstanbul’daki kentsel dönüşümü çarpıcı fotoğraflarla, dünyanın dört bir yanında açtığı sergilerle aktarıyor. Şimdi de Türkiye’de HES alanlarındaki doğa kıyımına dikkat çekmek için kolları sıvayan Germen, bu yeni seriyle, HES saldırısının sadece Karadeniz’de değil, tüm ülke çapında ilerlediğini ispat etmek istiyor.









- HES alanlarını fotoğraflamak için çıktığınız yolculuk nasıl başladı?

HES’leri konu edinmemin nedeni, aynı, yakından izlediğim kentsel dönüşüm denen rant sürecinde olduğu gibi, projelerin yangından mal kaçırırcasına ardı ardına eşzamanlı başlatılmasıyla kafalarda oluşan soru işaretleri. Enerji gereksinimi bahane edilerek başlatılan bu projelerin arka planındaki olası çıkış noktalarına bakıldığında, aslında su haklarının özelleştirilmesi niyetinin olduğunu görmek için komplo teorilerine meraklı veya dahi olmak gerekmiyor.
Kendi coğrafyalarında HES projelerine karşı çıkmak için uğraşan elleri öpülesi cesur insanlar da, sermayenin himayecisi devletin iddia ettiği gibi enerjiye veya sermayeye düşman olduklarından değil, yıllardır kullandıkları sularının devlet tarafından bir ticari meta haline getirilip özel sermayeye peşkeş çekilmesine razı olmadıkları için kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar.

Umut mücadelede
- Şimdiye dek nelere tanık oldunuz?
Bugüne kadar Diyarbakır ve çevresi, neredeyse tüm Karadeniz, Antalya ve İstanbul yakınlarına gittim. HES deyince ilk akla gelen doğal olarak Karadeniz Bölgesi; benim amacım ise, bu saldırının sadece Karadeniz’de değil, tüm ülke sathında ilerlediğini ispat etmek. Bu yüzden Ege Bölgesi, Orta Anadolu, Batı Karadeniz-İstanbul hattı gibi daha çekim yapamadığım yerlere gidip çekimleri bitireceğim.
Eşim Sema Uygur Germen ile beraber yaptığımız çekimler sırasında tanışmaktan heyecan duyduğumuz ve ileride dost kalmayı arzu ettiğimiz aktivistler tanıdık. Doğdukları, yaşadıkları doğayı hiç teslim etmeye niyetleri olmadıklarını gördük, bu bize cesaret verdi. Son zamanlarda kendimi, hayatımda hiç hissetmediğim kadar baskı altında hissediyorum, bazen yurtdışına göçmeyi düşünecek kadar. Mücadele veren ve başarı kazanan iyi kalpli insanları gördükçe vazgeçiyorum...

Çok boyutlu bir sergi 
- Bu projeyi önümüzdeki yıl sergileyeceksiniz. Kapsamından söz eder misiniz?
Sergi Milli Reasürans Galerisi’nde olacak. Büyük olmayan ebatlarda çok sayıda fotoğrafı, vadi vadi dikey olarak derlenmiş bir şekilde duvarlara astıktan sonra, fotoğrafların yanına kalın uçlu kalemlerle çekim sırasında yaşadığım tecrübeleri, edindiğim bilgileri el yazısı ile yazmayı düşünüyorum. Tüm sergileme yerleştirmesi bittikten ve sergi açıldıktan sonra ise, bu kalemleri duvara yakın bir şekilde konumlandırıp ziyaretçilerin de görüş bırakmasını, katkıda bulunmasını; yorum, öneri, eleştiri yapmasını sağlamak istiyorum. Bu şekilde izleyicinin konuyu sahipleneceğini umuyorum. Su konusu çok önemli, biliyorsunuz son zamanlarda ilerdeki savaşların petrol üzerine değil de su üzerine olacağı sıklıkla zikredilmeye başlandı.
Ayrıca, olası bir sanatçı konuşması yerine, su hakları için uğraş veren aktivistleri çağırarak mücadeleleri hakkında konuşmalarını sağlamayı amaçlıyorum. Dolayısı ile bu sergi, kolektif boyutta baktığımızda önümüzdeki yıllardaki jeo-politik strateji, konum ve siyasetimizi, daha da önemlisi kişisel boyutta sağlığımızı, hayatımızı, cebimizi ilgilendiren çok önemli bir konuda farkındalık yaratmak için düşünüldü.

HES’ler doğayı bitiriyor

- “Facsimile” fotoğraf serinizde de kentler üzerinden insan-doğa arasındaki gerilimi işlemiştiniz. HES alanlarında, yani doğada, insan-doğa arasında nasıl bir gerilim, ilişki var? Bu ilişki kentlerden nasıl farklılıklar gösteriyor?
Evet, bunu gündeme getirdiğinize sevindim; bu yüzden “Facsimile”den tümüyle doğaya geçişimin de belli bir dizisel anlamı var. İnsan devamlı doğaya müdahale ediyor, doğayı bu kadar hırpalayan başka bir canlı türü sanırım yok. Doğanın içindeki döngünün dışında kalan, kendiliğinden huzurla akan işleyişe çomak sokmadan duramayan bir tek insan var, bu yüzden insanı hiçbir zaman “eşref-i mahlûkat” olarak göremedim. Geçenlerde “Tanrı CC” adlı Twitter kullanıcısının bir tweet’ine denk geldim: “Şüphesiz ki insan iyi bir fikir değildi, ben de kabul ediyorum” diyordu; hoşuma gitti.
Buradan HES’lere geçiş yaparsak; HES’ler binalar gibi değiller, çok daha büyük boyuttalar, dolayısıyla müdahalenin boyutu çok daha büyük. Kentlerde olan bitenle fark ise şu: Özellikle bizdeki şehirler herhangi bir doğallık taşımayan, tümüyle insan yapısı, aralarda kalan yeşillerin bile imara açıldığı, kazanç uğruna geleneklerin, kültürel mirasın, onurun yok edildiği; kısacası zaten insanın tecavüzüne uğradığı yerler. Bu yüzden kent ortamında “kentsel dönüşüm” adı altında kakalanan yeni rant betonlaşmaları durumu çok daha vahim hale getirmiyor, çünkü kentlerde durum zaten vahim. HES’ler ise çok daha fazla zarara yol açıyorlar, çünkü imara açılmaktan kurtulup geriye kalan doğa parçalarını bitiriyorlar.


İstanbul can çekişiyor








- “Muta-morfoz”, “İnşa” gibi fotoğraf serilerinizde hep kente odaklandınız. Kentler, yaşayan varlıklar. Doğuyor, büyüyorlar; peki ölürler mi? Bunu özellikle İstanbul’u düşünerek soruyorum...

Kent diye sunulan yerler kültür üretemedikçe, hatta kültür üreten kurumlar büyük bir hızla engellenip kapatılıp yerlerini AVM’ler ve yüksek katlı sosyal konutların “rezidans” diye yutturulduğu devasa gayrı insani yapılara bıraktıklarında, kent olmaktan çıkıyorlar ve mega-köylere dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar. Salt barınma ve tüketme üzerinden yapılan inşai tatbikat, kente bir yarar getirmekten çok zarara yol açıyor.
Bu tür temel kırsal ihtiyaçlara cevap vermek ve seçmen potansiyeli yaratmak için durmaksızın ortaya atılan, bazıları da “çılgın” olan projeler kentin çok ihtiyacı olan yeşil alanları ve su havzalarını tehdit ediyor. Rant, güç ve para hırsı ile gözü hiçbir şey görmez hale gelen ve diktatörleşen siyaset-din-para ittifakları, muhafazakâr olduklarını öne sürmelerine karşın; kente, kültüre ve özellikle de doğaya dair neredeyse hiçbir şeyi muhafaza etmemekteler.
Sorunuza dönersek; evet, kentler ölebilirler bence. Şu an İstanbul’un can çekiştiğini gözlemleyebiliyorsak, İstanbul’un ölebileceğini olasılığını da değerlendirmemiz gerekiyor.
- Can Yücel’in bir şiiri geldi aklıma: “Hani nerde o İstanbul? / Nassı koymuşlar ki ona / İstanbul’u kodunsa bul!”
Kasım 2010’da, FotoAtlas İstanbul sayısı için “Şeytan tüyü: İstanbul” başlıklı bir yazı yazmıştım.* Bu yazıdan bazı alıntılar yapmak isterim:
“Gayrimenkul spekülatörleri, arazi rantçıları her ne kadar İstanbul’u yüksek binalara boğmaya çalışsa da bu kent aslen yatay gelişmiş ve gelişen bir canlı organizmadır. İstanbul’un güzelliği yataylığındadır, dikeyliğinde değil, İstanbul Manhattan olmaya asla öykünmemelidir...
İstanbul yedi tepe ya, belki bu yüzden İstanbul’u herkes tepe tepe kullanır, çünkü İstanbul burnundan kıl aldırmayan birine benzemez, İstanbul her yola gelir. İstanbul’a birçok kişi para kazanmaya gelir, ‘memleket’ İstanbul değildir birçok kişi için. İstanbul’u kâğıt mendil misali kullanıp atan pek çok misafir ‘memleket’e bunu reva görmez; memleket hep daha kutsaldır, bu yüzden de misafirliklerini bir türlü atamazlar üzerlerinden…”
Özellikle son paragraf meseleyi anlatıyor sanırım: İstanbul; İstanbul’u “taşı toprağı altın” kafasıyla bir rant alanı olarak görerek bu kıymetli şehri taşa toprağa boğan, kent ile kentli değerlerden pek hazzetmeyen, kenti bir mega-köye dönüştürmeye çalışan, kasaba kurnazı ve kıt kafalı bir anlayışın işgali altında...


Murat Germen’in “Muta-morfoz” serisinden fotoğraflar, Fotoistanbul 1. Beşiktaş Uluslararası Fotoğraf Festivali kapsamında 18 Kasım’a kadar Beşiktaş Meydanı’nda görülebilir. Germen, 13-16 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 9. Contemporary İstanbul Fuarı’na da farklı serilerden daha önce sergilenmemiş 6 çalışmasıyla katılacak.
* http://muratgermen.wordpress.com/2011/03/06/seytan-tuyu-istanbul/

Ali Artun'la söyleşi - 29 Eylül 2014

Sanat tarihçisi Ali Artun, müzayede şirketlerinin sanat piyasasına egemenliğini değerlendirdi

'Sanat kuşatma altında...'

Dünyada müzayedecilik büyük bir yükseliş içinde. Dev müzayede şirketleri, sanattan servet kazanmakla kalmıyor bütün piyasayı, fiyatları da belirliyor. Türkiye’de de aynı ivmeyi görmek mümkün. Ne ki, Türkiye bir yana, gelişmiş ülkelerde bile sanatı ve sanatçıyı koruyan önlemler alınabilmiş değil.
Sanat tarihçisi Ali Artun’la bir araya geldiğimizde, sohbet başlıklarımızdan biri de müzayedelerdi. “Neoliberal rejimin egemenliğiyle, piyasanın bütün sınırlamalardan arındırılmasının sanatın kamusallığını imha ettiğini” söyleyen Artun’un anlattıklarını hiç araya girmeden aktarıyorum.

Galerilerin etkisizleştirilmesi
2010’da yapılan bir araştırmaya göre, dünyadaki sanat satışlarının toplamı 52 milyar dolar. Bunun yüzde 48’i müzayedeler tarafından yapılıyor, geri kalan yüzde 52’si diğer kişi ve kurumlar tarafından yapılıyor. Bu rakama baktığımızda müzayede satışlarının galeri satışlarının önüne geçtiğini anlıyoruz. Çünkü yüzde 52’nin içinde direkt sanatçıların, danışmanların yaptığı satışlar da var.
Nitekim 2012 rakamına göre, sadece 6 büyük müzayede evinin çağdaş sanat satışı 12 milyar dolar; oysa galerilerin çağdaş sanat satışı 10 milyar dolar.
Yani şunu anlıyoruz, müzayedelerin satış rakamları, pazar üzerindeki egemenlikleri, galerileri geçmiş. Halbuki galeriler kurulduğunda, 19. yüzyıl sonunda, böyle değildi. Galeriler ve koleksiyonerler müzayedeler üzerinde etkindi.

Beğeni denetimi
Şimdi müzayedelerin galerilere karşı rekabeti, sadece satış alanında değil; giderek galerilerin etkinliklerini de kendilerine de mal ediyorlar. Ne yapıyorlar? Müşterilerine özel, davetli sergiler açıyorlar. Ciddi galerileri satın alıyorlar. Fuarlara katılma hakkı alıyorlar ve birinci el piyasaya giriyorlar. Müzayede şirketlerinin pazar üzerindeki egemenliğinde çok önemli bir başka faktör, beğeniyi denetlemeleri. Yani “güzel”in ne olduğunu, estetiği ve giderek sanat tarihini denetliyorlar. Nasıl yapıyorlar bunu?
Sotheby’s’in Londra’da ve New York’ta akademileri var ve buradan yüzlerce sanat yöneticisi çıkıyor ve dünyaya dağılıyor. Örneğin ilginçtir, fuar sırasında bizim kendi galerilerimizi Christie’s ve Sotheby’s rehberleri gezdiriyor; İstanbullu koleksiyonerlere bile!

Müzayede kuşatması
Bugün en zengin çağdaş sanat koleksiyonu Katar Şeyhi’nin. Peki bu koleksiyonun başında kim var? Christie’s’in başkanı. Dolayısıyla bütün şebekeyi, talep odaklarını kontrol ettiğiniz zaman, siz fiyatların düşmemesini de sağlayabiliyorsunuz. Çünkü kendiniz satıyorsunuz, kendiniz alıyorsunuz. Fiyatlarda bir istikrar ve bir tırmanma sağlayabiliyorsunuz.
Bir taraftan büyük şirketler ne yapıyor? Sanat bankacılığına el atıyor, emlak ve hisse senedi piyasasında olduğu gibi, sanata da kredi veriyor. Biliyorsunuz bizim fuarların ve dünyadaki fuarların çoğunun sponsoru özel bankacılık şirketleri.
Müzayede evlerinin sanat piyasasını ele geçirmesi, Saatchi’nin 1998’de, 97 sanatçıya ait 130 eserini Christie’s’de müzayedeye çıkarmasıyla başlıyor. Büyük bir spekülasyon yapıyor, çok büyük para kazanıyor. Saatchi biliyorsunuz reklamcı, Thatcher’ın iletişimcisi. Eserlerini topladığı sanatçılardan birer şöhret yaratmanın hilelerini biliyor. Sonunda bu müzayededen Young British Art diye bir akım çıktı. Düşünün müzayedelerin ve spekülasyonun gücünü.

Sanatın finansallaşması
Bu gelişmeleri incelediğimizde, küreselleşmeyle birlikte finansın üretim karşısındaki yükselişini görüyoruz. Neoliberal rejimlerde hayat kadar, sanat da finansallaşıyor. Yani para yönetimine eklemleniyor. Örneğin, ABD’deki emekli fonları, eskiden senet alıyorlarmış, şimdi yatırım amacıyla sanat alıyorlar. Sanat yönetimi dediğimiz hadise, kısmen de bu işle, sanatın bir finansal araç olarak yönetimiyle uğraşıyor. Tabii bir alan finansallaşınca ister istemez spekülatif olur. İçinde olduğumuz dönemin enerjisi bu.
Sanatın finansallaşmasıyla birlikte müzayedelerin egemenleşmesinin yarattığı sonuçlar oldukça acıklı. Çünkü artık birçok eser hiç sergilenmeden doğrudan müzayedeye çıkıyor veya o kasadan bu kasaya kapalı bir dolaşıma giriyor. Çok değerli bir takım eserler de sigortalanamadığı içinde sergilenmiyor; mezattan çıkıyor kasaya kapanıyor. Bu durum bir anlamda sanatı, sanatla izleyici ilişkisini ortadan kaldırıyor. Sanatın kamusallığını imha ediyor. Parçalıyor.

Sanat-piyasa çatışması
Peki ne yapılabilir bu konuda? Bir sanat eseri her el değiştirdiğinde sanatçıya bir telif ödenmesi gibi bazı uygulamalar var, örneğin Avrupa’da. Ama ABD’de yok. Bunun piyasayı rahatsız edeceğini düşünüyorlar. Şimdi bu uygulama bizde de olmalı diye tartışılıyor. Ama bence bu tür ufak tefek önlemler bir fayda getirmez. Piyasanın bütün hayatı fethetmesi, bütün sınırlarından, kısıtlarından kurtulması hareketi var gücüyle sürüyor.
Avangard, piyasanın ve paranın sanata hükmetmesine direniyordu. Hatta denilebilir ki estetiğini bir bakıma bunun üzerine kurmuştu. Ama Andy Warhol’dan itibaren çağdaş sanat piyasayı olumluyor. Sanat eseri tabii ki satılacak, piyasada dolaşacak, ama bu piyasanın olumlanması anlamına gelmemeli. Eğer sanatçı, girişimcilikle sanatçılığı hâlâ ayırt edebiliyorsa, o zaman piyasayla çatışmayı göze alabilmeli. Bu konuda avangarddan çıkarılacak dersler var.

Murathan Mungan'la Ezidiler üzerine - 26 Eylül 2014


'Ezidiler – Kara Kitap Kara Talih'e önsöz yazan Murathan Mungan:

‘Vicdanınızı unutarak politika yapamazsınız’


Ezidiler, IŞİD zülmune uğrayıp yurtlarından kaçmak zorunda kalınca, bir dizi soruyla birlikte gündeme geldiler: Kimdi bu insanlar? Nasıl bir kavimdi? Oysa tarihe şöyle bir bakmak, Ezidilerin asıl vatanının Osmanlı toprağı olduğunu ve her dönemde benzer kıyımlara uğradıklarını görmeye yetiyordu.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan basılan “Ezidiler - Kara Kitap Kara Talih” için önceki gün düzenlenen buluşmada, kitaba önsöz yazan Murathan Mungan da konuşmasına aynı saptamayla başladı.
Biz neden kendi tarihimizi, birlikte yaşadığımız insanları bu kadar az tanıyoruz?” diye soran Mungan, Ezidilik meselesinin birçok açıdan Türkiye belleğinin turnusol kağıdı olduğunu söyledi.
Osmanlı döneminde Sünni İslam’ın yayılmacı tavrı ve sonrasında devletleşme politikalarıyla, Ezidilerin hep baskı altında tutulduğuna dikkat çeken Mungan, Türkiye’de yaşayan Ezidilerin ’90’lı yıllara kadar nüfus cüzdanlarında din hanesinin boş bırakıldığını aktardı ve inançlarının “şeytana tapıyorlar” denilerek aşağılandığını vurguladı.
Resmi tarih, açık büfeden tabağımıza uygun parçaları seçmenizi sağlar. İşimize geleni alırız. Bu da her konuda hakiki bilgilere ulaşmamızı engeller” diyen yazar, bugün IŞİD canavarlığına şaşıranların, bölgenin kültürel soyaçekimine baktıklarında, benzer acılar göreceklerini anlattı.
Muratman Mungan, “Ret ve inkâr kültüründe yaşayan, büyümemiş ergen çocuklar olarak yüzleşme korkusu çeken” toplumumuzun, şimdi kaçamayacağı zalimlik resimleriyle karşılaştığını söylerken, “kimseyle savaşmamış, kimseyi göçe zorlamamış, kimseyi köle yapıp pazarlarda satmamış” Ezidiler üzerinden politika yapılmasını da eleştirdi.
Mungan, “İnsan olmayı unutarak politika yapılmaz, vicdanınızı unutarak politika yapamazsınız” dedi.
Mungan’ın konuşmasının devamında Ezidiliğe ait bir inançtan yola çıkarak verdiği örnek de çarpıcıydı:
Bir Ezidinin etrafına daire çizerseniz, o daire silinmeden Ezidi dışarı çıkamaz. Eğer bir Ezidi’nin etrafına, bu değere inanmadan bir daire çiziyorsanız, bu, çizen için komedidir. Saçma bulduğunuz bir inancı ona karşı silah olarak kullanmışsınızdır. Durum, dairenin içindeki için dramdır. Çünkü tutsak edilmiştir. Yazgısı ötekinin insafına kalmıştır. Kişi daireyi kendi etrafına çizmişse bu bir trajedidir.
Farklı görüşlere tahammülü olmayanlar, kendi etraflarına çizdikleri halkalar içinde yaşıyorlar. İnsanın kendine yapacağı en büyük kötülük de işte bu körleşmedir.”

* Bilgi Üniversitesi’nce yayımlanan “Ezidiler - Kara Kitap Kara Talih” Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Amed Gökçen tarafından yazıldı. Kitapta yer alan Irak, Ermenistan ve Türkiye’de çekilen fotoğraflar ise Saner Şen’e ait.